YAVUZ SULTAN SELİM’İN ÇALDIRAN SEFERİ VE SONRASI GELİŞMELER (1514-1517)
Çaldıran Savaşı (2 Receb 920/23 Ağustos 1514):
Osmanlı ve Safevî orduları Azerbaycan vilayetinin kuzey batısında ve Doğu Bâyezid kasabasının seksen km. güney-doğusuyla Van Gölü’nün kuzey doğusunda bulunan Çaldıran ovasında karşılaştılar. Osmanlı Ordusu Çaldıran’a geldiği vakit Şah İsmail orada idi. Gerek Ustacaluoğlu Mehmed Han, gerek Nur Ali Halife olsun, Osmanlılar harp saflarını tanzim etmeden evvel hücum edilmesini söylediler ise de görüşleri kabul edilmemiştir[41].
Osmanlı Ordusu Çaldıran’da kuzey batı kısmındaki tepelere savaş tertibatı almış olarak arka vermişken, ovanın doğu tarafında da Safevî kuvvetleri mevzi almıştır. Sultan Selim, burada şafakla beraber savaşa girmek veya askere yol yorgunluğundan dolayı istirahat vermek hususunu tespit için Divân’ın görüşüne müracaat etmiştir. Yorgunluk ve sıkıntıları ileri sürerek dinlenmek gerekir, diyenlere karşı Rûmeli Defterdârı Pîri Paşa; “asker arasında Kızılbaş-Türkmen olanlar bulunduğu için hemen savaşmak gerekir”, tezini savunmuş ve bu görüş kabul edilmiştir[42].
23 Ağustos 1514, Çarşamba günü Çaldıran ovasında mevkii alan Osmanlı ordusunun sağ kolunu, Anadolu Beylerbeyisi Sinan Paşa ile Zeynel Paşa’nın emrindeki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise Rumeli Beylerbeyisi Hasan Paşa’nın kumandasındaki Rûmeli askeri teşkil ediyordu. Padişah Sultan Selim ordunun merkezinde olup etrafı ise sipâhi, silahdâr, ulufeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmişti. Sultan Selim’in yanında Sadr-ıâzâm Hersek-zâde Ahmed Paşa, Vezir Dukaginzâde Ahmed Paşa, vezir Mustafa Paşa, Ferhad Paşa, Karaca Paşa gibi devlet ricâli, kadıaskerler ve âlimler bulunuyordu[43].
Padişah’ın ön tarafında ağaları Ayas’ın emrinde sayılan on iki bin’i bulan tüfenkçi ve yeniçeriler, arabalar ve develerden oluşan bir siper gerisinde dizilmişlerdir. Her iki kolun gerisinde on bin ve sekiz bin kişiden ibaret olan Anadolu ve Rûmeli azâpları, birbirlerine zincirle bağlanmış ve beş yüz topun önünde bulunuyorlardı. Bu arada öncü kuvvetlerin ekseriyeti Dulkadırlu Türkmenlerinden olup, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in komutasında iken, artçı-dümdâr kuvvetler de Şadi Paşa’nın emrinde idiler[44].
Osmanlıların bu dizilişlerine karşı başlarında Han’ları olduğu halde, ekserisi Ustacalu, Afşarlu, Varsaklu, Dulkadırlu, Rumlu, Kaçarlu ve Karamanlu Türkmenlerinden oluşan seksen bin kişilik bir süvari kuvvetinin başında bulunan Şah İsmail, Çaldıran sahrasına inmiş ve Necm-i Sâni (Vekilü’s-Saltana) denilen Seyyid Nimetullah-oğlu Nizameddin Abdulbakî, Sadr-ı Seyyid Nur Ali Halife Rumlu, Meşhed Valisi ve Meşhed-i Ali âsitanesi nakibi Seyyid Mehmed Kemûne, Bağdat hâkimi Hulefâ Bey, Emir Şerâfeddin Ali, Dulkadırlu Halil Sultan, Hüseyin Bey, Korçı-başı Saru Pire Ustacaoğlu, Irak-ı Acem Serdarı Pir Budak Bey, Baba İlyas Çavuşoğulları, Baba Süleyman Ustacalu, Pir Ömer Bey, Şireci-başı ve Mehmed Han Ustacalu tarafından çevrilmiş idi[45].
Safevî Ordusu’nun sağ cenahını, kırk bin seçkin süvari ile Şah İsmail bizzat yönetiyordu. Sol cenahına Diyarbakır Valisi Ustacaluoğlu Mehmed Han komuta ediyordu. Merkezde de Vekilü’s-Saltana, yani başvezir Seyyid Nimetullah-oğlu Mir Abdulbakî vardır. Şah’ın merkezde bulunduğunu belirten tarihçiler de olmuştur[46].
Her iki tarafın ordu mevcutları seksen bin ile yüz bin arasında tahmin edilmektedir[47]. Bazı mübalağalı rakamlar gerçek değildir. Şah’ın ordusu savaşlarda pişkinleşmiş ve dini bir hayatın içinde yetişmiştir. Hemen hepsi süvaridir, pek azı piyadedir. Çoğu Türk, kendi memleketinde dinç ve bolluk içindedirler. Levazım ve teçhizatı mükemmel, süvari kıtaları çok övülmektedir.
Osmanlı Ordusu ise; 20 Nisan 1514 Maltepe’den çıkışla 23 Ağustos 1514 Çaldıran’a gelinceye kadar dört ay üç gün oldukça meşakkatli olarak Anadolu’yu bir uçtan bir uca yürümüş, iki bin beş yüz km. kadar yol gelmiş, hayvanları yemsiz ve yorgun, kendileri bitkin, harabeler içerisinde gelmiştir. Ayrıca orduda gizli mezhep taşıyan Türkmenler vardır. Bozuk gıdalar ve ham yemişlerle zahire sıkıntısı ile gelmişlerdir. Osmanlı kuvvetlerinin üstün yönleri ise; top, fitilli muske denilen ateşli tüfekleri ve mükemmel piyade birlikleri vardır[48].
Savaş bu şartlarda 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü at kişnemesi ve nal sesleriyle, kılıç şakırtıları ile olanca şiddetiyle başlamıştır. Şah İsmail, kırk bin süvari ile Osmanlı ordusunun sol cenahına saldırmış, ilk hamle de Rumeli ordusunu bozup, Rumeli Beylerbeyisi Hasan Paşa’yı şehit etmişlerdir. Osmanlılar “Allah Allah”, Safevîler “Şah Şah” nâraları içerisinde bir birilerine girmişlerdir. Anadolu Beylerbeyisi Sinan Paşa çok süratli ve ustalıklı bir hareketle askerini birden bire topların arkasına çekip, Ustacaluoğlu Mehmed Han kuvvetlerini top ateşiyle karşı karşıya getirmiştir. Mehmed Han ve yakınları, askerlerinin çoğu ölmüşlerdir[49].
Osmanlılar sağ cenahta Sinan Paşa’nın kuvvetleriyle üstünlük sağlarken, Safevîler sol cenahta daha baskın durumdaydılar. Sultan Selim, baştan belirlediği taktiği uygulamıştır. Önlerini develer ve azap askerleriyle örttüğü topları, tam düşman askerini top menziline kadar çektikten sonra, birden bire Sinan Paşa’nın maharetiyle, Osmanlı Ordusu sağ ve sol yanlara açılmış, savaş Şah İsmail’in lehine gibi iken, aniden patlayan yüzlerce top mermileri ile Safevîler ağır kayıplar vermeye başlamışlardır. Rumeli ordusunun mağlubiyetini telâfi eden Anadolu ordusu, Şah’ın ünlü kumandanlarından birçoğunu öldürmüştür. Mehmed Ustacalu’nun ölümü Safevî ordusunda panik oluşturmuş, Şah İsmail şaşkın şaşkın bir oraya bir buraya koşuşturmaya başlamıştır[50]. Topların açtığı cehennemî ateş üzerine, Safevî Ordusu darma dağınık oldu. Mehmed Han Ustacalu’dan başka, Seyyid Mehmed Kemûne, Hülafâ Bey, Emir Abdulbakî, Horasan hâkimi Lâla Bey Şamlu, Tekeli Çayan Bey ve pek çok Türkmen hasır gibi yerlere serildiler. Savaş Osmanlılar lehine dönmüştür. Bu arada Şah İsmail, eline ve pazusuna tüfenk kurşunu isabet etmesi yüzünden birkaç defa atından düşmüş ve at değiştirmek zorunda kalmıştır[51]. Yaralanıp atından düştüğü sırada bir Osmanlı süvarisinin mızrakla hücumu üzerine, Mirza Sultan Ali adlı Şah’ın zâbiti “Şah menem” diye süvariye koşup esir düşerken, Hızır adında bir seyis atını Şah’a vererek kaçmasını temin etmiştir.
Bu meşhur savaş o gün sabahtan (şafaktan) akşama kadar sürmüştür. Safevî ordugâhı bütün levazımıyla Osmanlıların eline geçmiştir. Şah İsmail, önce Tebriz’e sonra da Dergüzin’e kaçmıştır. Askerlerinin birçoğu maktul, bir kısmı da esir düşmüştür[52]. Osmanlıların büyük bir galibiyetiyle sona eren Çaldıran savaşında o gün Pâdişah yatsı vaktine kadar atından inmemiştir. Bu savaşa Sofu-Kıran veya Sûfi-kıran da denmiştir. Savaşın sonunda Safevî ordugâhı bütün hazineleri, Şah İsmail’in ümerasının ve askerlerinin genç hanımları, Osmanlıların ellerine geçmiştir[53].
Savaşın kazanılmasında daha önce de işaret edildiği gibi; ateşli silahlara sahip olmak, Osmanlı askerlerinin eşsiz fedâkarlığı, Yavuz Sultan Selim’in askerî dehası, ordunun tertip ve düzeni, emir komutaya uyum gibi özellikleri sayabiliriz[54]. Bu önemli savaşta her iki tarafta çok önemli kumandanlarını kaybetmişlerdir.
Osmanlı ordusundan; Rumeli Beylerbeyisi Hasan Paşa, Sofya Sancak Beyi Malkoçoğlu Ali Bey, Silistre Sancak Beyi Tur Ali Bey, Karesi Sancak Beyi Mehmed Bey, Kayseri Sancak Beyi Uveyis Bey, Beyşehir Sancak Beyi Karlıoğlu Sinan Bey, Mihaloğlu Mustafa Bey, Pirizren Sancak Beyi Süleyman Bey, Lazkiye Beyi Ayas Bey, Niğde Beyi İskender Bey ve bazı zuemâ ve tımar erbabı, birkaç bin Rumeli askerini sayabiliriz.
Safevî ordusunun harp meydanında kalan meşhur kumandanları ise; Kadıasker ve Vekilu’s-Saltana Abdulbâki Bey, Diyarbekir Valisi Ustacaluoğlu Mehmed Han, Bağdat hâkimi Hulefa Bey, Meşhed hâkimi Seyyid Mehmed Bey, Horasan hâkimi, Irak-ı Acem (Hemedan) Valisi Tekeli Yeğan Bey, Damgan Valisi Sultan Ali Bey, Köse Hamza, Korcı-başı Sarı Pire Ustacalu, Nakibu’l-Eşraf vs. ve on binlerce Kızılbaş-Türkmen askeri telef olmuştur[55].
Çaldıran’da Şah’ın hazineleri ve harem halkı Osmanlıların eline geçmiş, bunlar arasında Bağdat Valisi Hulefâ Bey’in kızı, Şah’ın da haremi olan Taclı Hanım ile Şah’ın diğer eşi Bihrûze Hatûn’da vardır. Taclı Hanım, münşî Tâcî-zâde Cafer Çelebi’ye verilmiştir. Tam bir hezimete uğrayıp içlerinden pek azı kurtulan Türkmenlerin ordugâhı, Osmanlı askerleri tarafından sabaha kadar yağma edilmiştir[56].
Ertesi gün, Sultan Selim, büyük bir Divân oluşturmuştur. Vezirler, devlet erkânı Divân’a gelip, saf saf durarak Padişah’ın elini öperek, zaferi tebrik ettiler. Bu arada şehitler defnedilip askerin terakkileri atlılara ikişer yayalara birer akçe olarak artırılmıştır. Divan’dan çıkan emir üzerine esirler getirildi, kadın ve çocuklar ayrılıp, Kızılbaş’ın esir ettiği âlimler, sanatkârlar ve devlet adamları serbest bırakılmışlardır[57].
Çaldıran’da iki gün kalan Sultan Selim, oradan; Kırım Hanı’na; Tebriz A’yânı’na, Doğu vilâyetleri halkına, Kürt Beyleri’ne, Akkoyunlu Mirzâd’a, Gürcistan Hâkimi’ne, Kürt Beyleri’nden Hizan Hâkimi’ne, Kars hâkimi Afşar Sevindik Han’a, Şark hâkimlerinden gizli dostluk eden bir Bey’e Oğlu Şehzâde Süleyman’a, Mısır Sultanı’na, Eflak ve Boğdan’a ayrı ayrı Çaldıran fetih-nâmeleri göndermiştir[58].
Bu fetihnâmelerden bir kaçını misâl olması bakımından kısaca belirtelim:
Doğu Kürt Beylerine yazılan Çaldıran fetihnâmesidir: Emirlerin iftiharlısı, büyükleri, Allah’ın esirgeyiciliğini kazanan doğu memleketleri beyleri; İkbâliniz devamlı ve sonunuz hayırlı olsun. Diğer Kürt aşiret ve kabile reisleri, temiz askerleri ve bu illerin kethüdaları ve erleri; Bu fermanım size ulaşınca her birinize mâlum olsun ki, iş bu 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü öğle vaktine yakın Erdebiloğlu İsmail, dinsiz ve âyini fesatlı olan karşıma çıktı. Allah’ın yardımı ile göz açıp kapayıncaya kadar mağlup oldu ve kaçtı. Ne tarafa kaçtığı da bilinmedi. Şimdi temiz inançlarınız ve bağlılığınızla saadet kapıma olan sadakatinizin ortaya konma fırsatını kaçırmamanız için Cihan değerindeki uyulması vâcib olan fermanımı gönderip buyurdum ki; Bu fermanım hanginize, nerede ulaşırsa suretini hemen kâğıtlara yazıp bir birinize ulaştırınız. Kızılbaş tarafına giden Erdebiloğlu’nun nerede olduğunu kaç yerde fenalıklar ettiğini tafsilâtı ile yazınız ki, birçok nimet ve ikramlarıma hak kazanasınız Ağustos sonu 1514[59].
Şehzâde Süleyman’a yazılan -kısaltarak- Çaldıran fetihnâmesidir: Pek kıymetli, saadetli evlâdım… Bu fermânım sana ulaşınca malûm olsun ki, Erdebiloğlu müfsid, zındık, küfrü ve fesadı kendince usûl etmiş, Allah kullarına kötülük etmeyi, memleketler yıkmayı kendince iftihar saydığından, buna karşı, mahzunlara yardım, mazlumları koruyarak, dinimizin merasimlerini yaşatmak, Şeriatı bâkî kılmak ve güçlendirmek için Allah’a tevekkül ederek… tazı gibi atlara binmiş ve düşman avlayan askerlerimle onu tepelemek üzere şarka yürümüştüm. Deniz’den geçildiği günlerde hükm-i şerif gönderip: “İslamiyet perdesini yıkmak istediğin söylentisi her yerde işitilip, şeyhler ve âlimler senin küfrüne hükmederek katline ferman verdiler. Bu bakımdan pis vücudunu zaferlerimin hançeri ile ortadan silmek padişahlığımın borcu, hatta vâcib olmuştur. Fakat kılıcımı kullanmadan evvel sana İslamiyet teklif ediyorum… Eğer şimdiye kadar yaptığın kötülüklere içten bir pişmanlıkla Sünnî ve Müslüman olursan ve bundan evvel atımın ayağının bastığı yerleri, Osmanlı mülkü olarak bilirsen benim devletimden, yardım ve şefkatten başka bir şey görmezsin… Eğer kötü ahlakını değiştirmeyip, kötülüklerinde ısrar edersen. Allah’ın emri ile halen iradende olan memleketi ordum işgal ettiği zaman er isen meydana çıkarsın. Böylece Allah’ın iradesi ne ise ortaya gelir” diye buyurmuştum. Uğur ve ikbâl ile Azerbaycan’a yürüdüm… Nihayet eski zamanlarda Acem sultanlarının pâyitahtı olan Tebriz önünde döğüşmek üzere 23 Ağustos öğleye yakın Çaldıran sahrasına gelindi. Askerimize karşı koymaya kendisine kudret olmadığını anlayarak, bütün askerini baştan ayağa kadar zırhlara gark edip sağ kola Ustalacalu-oğlu Mehmed’i kumandan ta’yin edip, geri kalan askerle de, kendisi sol kola gelip savaş başladı.
Anadolu Beylerbeyisi Sinan Paşa göz açıp kapayıncaya kadar, Ustacaoğlu’nun saflarını dağıtıp, Ustacaoğlu Mehmed’in de başını aldılar… Her iki taraftan uzun müddet çatışmalar, çekişmeler olup birçok beyler öldüler veya yaralandılar. Rumeli Beylerbeyisi Hasan Paşa yaralanınca, o koldaki garipler ve ulufeciler yardıma gönderildi. Yeniçeri kullarım da top, tüfek ve oklarla devlet ve din düşmanına taarruz ettiler. Bu durum karşısında düşmanlar firar ettiler. Askerlerim gidip sancaklarını ters çevirip, kumandanlarını hapsedip, hepsini ok ve kılıçlarına hedef ettiler. Kendisinin yaralandığı muhakkak olup, şimdi Tebriz cihetine yürünmektedir. İnşaallah yakında fetih tamamen nasip olur. İşte bu da Allah’ın hediyesidir… Gerekir ki oraya varıp size mülâki olmakla şereflenince Allah u Teala’ya bu lütuf ve hediyesinden dolayı hudutsuz hamd ve şükürler edip, şenlikler yaptırasın. 25 Ağustos 1514[60].
Bu tarihi Çaldıran Zaferi, ne İran’ın fethiyle neticelenmiş, ne de Safevî hâkimiyetiyle Şiî Mezhebi ortadan kaldırılabilmiştir. Fakat bu büyük zaferle daha mühim ve kıymetli olan şu netice elde edilmiştir ki; Yavuz Sultan Selim, Çaldıran zaferiyle Doğu Anadolu’yu Batı Anadolu’yla bütünleştirmiş, anayurdumuz olan Anadolu’nun Selçuklulardan sonra bozulan birliğini ebedî surette temin etmiştir. Siyasî haritamızın bugünkü şekli işte o gün dökülen Türk şehit kanlarıyla çizilmiştir. Çaldıran zaferiyle Anadolu artık asırlarca doğudan gelecek tehlikelerden korunmuştur[61], diyebiliriz.
Yavuz Sultan Selim’in Tebriz’e Girişi:
Çaldıran’da zaferden sonra iki gün kalan Sultan Selim, ordusuyla 25 Ağustos 1514’de Cuma günü, Tebriz’e doğru hareket etmiştir. Bundan sonra Hoy sahrasına gelen Sultan Selim, Vezir Dukagin-oğlu Ahmed Paşa, Rumeli Defterdârı Pîri Mehmed Çelebi, Sekban-başı Balyemez Osman Ağa ve evvelce Akkoyunlu divânında mevki sahibi olan büyük tarihçi İdrisî Bitlisî’den oluşan bir heyeti, dört yüz yeniçeri ile Helvacı-oğlu Hüseyin Bey’in idaresinde bulunan Tebriz’e; hem korumak hem de Osmanlı ordusunun gelişine hazırlatmak ve Şah’ın hazinesine, mallarına el koymak için önden 29 Ağustos’ta göndermiştir[62].
Helvacı-oğlu Hüseyin Bey, Sultan Selim’in gelişini duymuş ve Şah İsmail’in geri kalan kıymetli mallarını alarak şehri terk etmiştir. Bunun üzerine harekete geçen Sultan Selim Ahta-hane’ye sonra da Kuşçu Çemeni’ne geldiğinde, Safevîler tarafında döğüşen Kürt Beyi Hacı Rüstem ve Yedi Çeşme Çayırı’nda daha Şah Kulu vak’asında aleyhte olan Kürt Halit öldürülmüştür.
Tebriz’in Surhab (Acısu) köprüsü yakınına geldiğinde, Tebriz’in a’yân ve eşrâfı tarafından karşılanan Sultan Selim, şehre emân vermiş, büyük bir sevgi seli içerisinde bu menzilden Tebriz’e kadar yerlere serilmiş kıymetli Acem halıları üzerinden geçerek, merasimle şehre 6 Eylül 1514 Cuma günü girmiştir[63].
Yavuz Sultan Selim, atlas kumaşlar üzerinde Tebriz’e girerken atının ayağına altınlar saçılmıştır. Sultan Selim’i karşılayanlar arasında; Timur’un torunu Hüseyin Baykara-oğlu Mirzâ Bedi’üz-zaman, biri Farsça diğeri Çağatayca iki kaside takdim eden Hafız-ı İsfahanî Muhammed ve oğlu Hasan Can (Hoca Saadeddin’in babası) gibi kayda değer kimseler bulunmaktaydı. Bunlarla beraber çoğu, Şah İsmail’in Horasan’dan Tebriz’e naklettiği Türk asıllı bin kadar sanatkârı da Sultan Selim, Tebriz’den İstanbul’a nakletmiştir[64].
Tebriz’in Sahib-abâd mahallesinde bulunan ve mavi-altın sarısı çinilerle süslü olan Sultan Uzun Hasan Camii’ni cephânelik iken temizletip, düzenleterek Hulefây-ı Râşidin ile Ashab-ı Kiram’ın isimlerini ve kendi adını hutbe de okutan Sultan Selim, sonunda bir dua ederek cemaatta âmin demiştir. Şah İsmail’in Akkoyunlular’dan ve Özbek Şeybânî Han’dan ele geçirdiği kıymetli hazinelere el konulmuştur. Bununla birlikte bir kısım fillerle, Şah’ın Akkoyunlu Türkmenleri’nden Yakub Bey ve Timur torunlarından Ebu Said’den gasp ettiği emanetler, İstanbul’a sevk edilmiştir[65].
Sultan Selim, Tebriz’de iken kendi adına para bastırıp, Ehl-i Sünnet üzere hutbeler okutup, çirkin Şia adetleri terkedilip, Muhammed’in (sav) dininin ibadet tarzı yenilenmiştir[66]. Tebriz’de kaldığı sürece Sultan Selim her şeyi Ehl-i Sünnet inancına uygun bir hale koymaya çalışmıştır. Tebriz, o vakit İran’ın başkenti ve bir milyon civarında nüfusu olan bir şehirdi. Safevîler başkenti sonraları Kazvin’e alarak bu şehrin gerilemesine sebep olmuşlardır[67].
Kış mevsimi yaklaşırken Sultan Selim’in niyeti kışı Tebriz’de geçirmek, baharda tekrar Şah İsmail ve Safevîler’e karşı mücadeleye girişmekti. Fakat “a’yân bâ-husus sipâh ve yeniçeriyân” bu fıkir de değillerdi. Kızılbaş-Şiîlerin meskûn olduğu bu bölgede, vezirlerin ve yeniçerilerin de kalmak istemediğini anlayan Sultan Selim, Tebriz’den 15 Eylül 1514’de ayrılarak Nahçıvan yoluyla Karabağ’a çekilmek zorunda kalmıştır[68].
Tebriz’den Amasya’ya Dönüş (15 Eylül 1514):
Tebriz’de bir takım icraatlar yapan ve birçok yeri ziyaret eden, bu arada Heşt-i Behişt Sarayı’nı da gezen Sultan Selim, kış mevsimini Tebriz’de geçirip, on beş yıldan beri birçok Türk hanlığını yıkan, pek çok masum insanı katleden Şah İsmail’e ve onun kurduğu Şiî-Safevî hanedanlığına son vermek istiyordu. Fakat zahire ve yiyecek sıkıntısı, kış mevsiminin yaklaşması, devlet erkânının ve askerlerin dönüş arzusu, “seferim Hind’e Sind’e olacaktır, Doğu ile Batı Türk-İslam âlemini birleştirmek istiyorum” diye düşünen büyük hükümdarı zor durumda bırakmış, Karabağ’da kışlamak üzere Tebriz’den hareket etmiştir[69]. Nahçıvan yoluyla Karabağ’a gitmeyi arzulayan padişah: “Karabağ ili Acem şahlarının kışlağıdır. Beylerin ağırlıklarını, çevrelerini beslemeye dayanıklıdır, komşu illerinden dahi azık getirilebilir, burada kışlamayı düşünmekteyiz” diye buyurmuştur[70].
Kış mevsiminin bu eski İlhanlı merkezinde geçirileceğini anlayan devlet ricâli ve ordu Merend’den Aras nehri kıyılarına geldiği bir sırada, yeniçerileri isyana teşvik ettiler. Aras nehri taşkın olduğu halde geçerken bir hayli insan boğulmuş ve hayvan telef olmuştur. Yeniçeriler Anadolu’ya dönmek istediklerini; Karabağ’da kışlamak istemediklerini, padişahın etrafını sararak parça parça olmuş elbiselerini mızraklarına takarak, bağırmışlar, hatta Sultan Selim’in çadırına kurşun atarak tepkilerini belirtmişlerdir[71].
Sultan Selim, bu isyanın arkasındaki teşvikçilerin, Vezir-i âzâm ile vezirler, Kadıasker Ca’fer Çelebi, Yeniçeri ağası İskender Paşa ve Sekbânbaşı Balyemez Osman Paşa olduklarını anlamış, ama sessizce bu asî ruhlu devşirme ordusunun tavrını beğenmediği halde Kars-Erzurum yoluyla Amasya’ya dönmeye karar vermek zorunda kalmıştır[72].
Askeri isyana teşvik edenleri cezalandırmaktan geri kalmayan Sultan Selim, Revan şehrini yağmaladıktan sonra vezir Mustafa Paşa’yı atının eğerini kestirmek suretiyle azletmiş ve yerine defterdar Pîri Paşa’yı vezir tayin etmiştir. Peşinden Nahçıvan’da iken, askerin bazı evleri yağmalarını vesile yaparak, “Siz askeri muhafaza da ihmal gösterdiniz” diyerek, Vezir-i azâm Hersek-zâde ile ikinci vezir Dukagin-zâde Ahmed beyleri çadırlarını başlarına yıktırarak azletmiştir[73].
Yeniçeri ağız birliği yapmışçasına Diyâr-ı Rûm’a dönmek için;
“Didiler ey pâdişah-ı cem nişân
Kılıcın olsun düşmana ateş saçan
İran ki baştan sona dek viranedir
Anda kışlak eylemek efsanedir”.
Bu sözlerin orduda büyük küçük herkesin fikrini yansıttığını anlayan Sultan Selim dönüşe mecbur olmuştur[74], diyebiliriz.
Bu arada ordunun erzak ve saman buhranı ile karşılaştığı görülmektedir. Gürcistan hâkiminden istenilen erzak gelmeyince Gürcü toprakları yağmalanmaya başlanmıştı ki, Gürcü Mirza Çabuk’un adamları İspir kalesinin anahtarlarını ve ordunun zahire ve hayvanların saman ihtiyacını Çoban Köprüsü’nde getirmişler ve sıkıntı kısmen giderilmiştir. Fakat Sultan Selim, yine de zeametli süvarilerine izin vermek zorunda kalmıştır[75]. 20 Eylül 1514’de Aras nehri geçilip, Kesikkünbed’e konulup 21 Eylül’de Nahçıvan şehri yakınında konaklanıp, halkının Kızılbaşlığından dolayı yağma edilmiştir. 22 Eylül’de Karabağ yakınına konulup, Sederek’ten geçilerek 25 Eylül’de Revan (Çukur-sa’ad) civarına konulmuştur. 28-29 Eylül’de Üçkilise geçilip, 5 Ekim’de Kars, Şuregel-suyu (Arpaçayı) geçilip Gökçedağ yakınına konulmuştur[76].
Yeni vezir olan Pîri Paşa zahire sıkıntısını gidermek için, Bayburt taraflarına gönderilip, Ramazan’ın birinci günü (20 Ekim 1514) Çin-ağılı (oğulu) mevkiine konulmuştur. Orduy-ı Humâyûn Erzurum’da iken Bayburt’un fetih haberi gelmiştir. Otağ-ı Humâyûn Bayburt’a geldiğinde kaleler fetheden güçlü beyler, Padişah’a Bayburt’un anahtarlarını sundular[77]. Bayburt kalesiyle beraber Kiğı kalesinin de anahtarları getirilmiş, 24 Ekim’de Bayburt tevâbiünden Danişmend-kenti civarına konulup Başmirahur Bıyıklu Mehmed Beye, Bayburt’un fethinde gösterdiği yiğitlikten dolayı; Trabzon, Bayburt, Şebinkarahisar, Erzincan ve Canik sancakları, Erzincan valiliğine bağlı olarak verilmiş ve Mehmed Bey buralara Serdar olmuştur. Azledilen Hersek-zâde’nin yerine, Rumeli Beylerbeyisi olan Hadım Sinan Paşa Vezir-iazâm tayin edilmiştir[78].
Böylece 1514’teki Çaldıran Seferi sonunda, Osmanlı ordusunun, Nahçıvan ile Revan çevresini vurduğu, Şuregel-Kars, Pasinler, Erzurum çevresindeki Sevindik Han’ın Türkman Beyliği topraklarına dokunmadığı, Gürcü Atabeklerinden İspir’i aldığı, Safevîlerden, Doğu Bâyezid, Erzincan, Bayburt, Tercan, Kiğı kalelerini ve mülhakatını fethettikleri görülmektedir[79].
Sultan Selim, Niksar’da Ramazan Bayramı’nı idrak edip, 24 Kasım 1514’de Amasya şehrine kışı geçirmek, ertesi bahar harekâta buradan devam etmek maksadıyla, ordunun top ve cephanesini Şark-i Karahisar’da (Şebinkarahisar) bırakmış, askerin de Ankara’da kışlamasını emretmiştir. Kapıkulu askeriyle kışın bastırması üzerine kış hazırlığı yapılıp, Amasya’da kalınırken, Ayas Ağa Tebriz’den gelenler ve yeniçerilerle İstanbul’a gönderilmiştir[80].
Amasya’da Çaldıran seferinde kahramanlığı ve büyük hizmetleri görülen Şehsuvaroğlu Ali Bey’e, Pâdişah Selim, Dulkadırlu vilayetini uygun görüp, geçici olarak durumun darlığı sebebiyle Kayseri sancak beyliği verilmişti. Dulkadırlu ve Bozok yöresinin fethi göreviyle çok kıymetli bahşişlerle sancağına gönderilip, Bozok Sancak Beyi Dulkadıroğlu Süleyman’ı da mağlup edince, Bozok’ta Şehsuvaroğlu Ali Bey’e verilmiştir[81].
Bu arada Şah İsmail, Osmanlı Padişahı’nın Amasya’da kışlamakta olduğunu, İlkbahar da tekrar İran üzerine yürüyeceğini haber almıştır. Amasya’da kışlayan Sultan Selim’e ikinci defa İran üzerine yürümesini önlemek, özür dileyip geçmiş kusurlarının bağışlanmasını dilemek ve mâşukası (gözdesi) Taclı Hatun’u geri almak düşüncesiyle; Tebriz ulemâsından Seyyid Abdu’1-Vehhab’ın başkanlığında, Kadı İshak, Mevlana Şükrullah Mugâni ve Şeyh Haydar’ın halifelerinden Hamza’dan mürekkep bir elçilik heyetini göndermiştir[82].
Gelen heyetle yolladığı mektupta Şah İsmail kısaca; yapılan savaştan pişman olduğunu, sulh istediğini, Çaldıran’da alınan hatununun geri verilmesini istemekteydi[83].Yavuz Sultan Selim bu taleplerin hiçbirini kabul etmeyerek, dört elçiden Kadı İshak’la, Seyyid Abdu’1-vehhab’ı Amasya’dan İstanbul’a gönderip Rumeli-Hisarı’nda ve Hamza-Halife ile Molla Şükrullah’ı da Dimetoka zindanında hapse attırmıştır[84].
Bu arada Kürt Hacı Rüstem’in oğlu Pir Hüseyin Bey, Şah İsmail’den Osmanlı tarafına ilticâ etmiş ve babasının hükmettiği yerler kendisine verilmiştir[85]. Amasya’da iken Sultan Selim, Dukaginoğlu Ahmed Paşa’yı yeniden vezirliğe getirmişti. Yeniçeriler ilkbahar da tekrar sefer olacağını duymuşlar, hâlâ zahire ve yiyecek sıkıntıları bitmemişti ki, Amasya’da isyan ederek Yavuz Selim’in hocası Halimi Çelebi’nin ve vezir Piri Paşa’nın çadırlarını yağmaladılar. Bunun üzerine olayı tahkik ettiren Sultan Selim, Dukağinoğlu Ahmed’i suçlu bularak azledip bizzat hançerleyip başını kestirmiştir (1 Mart 1515)[86].
Kemah Kalesi’nin Fethi (19 Mayıs 1515):
Yavuz Sultan Selim’in en çok üzerinde durduğu husus, Safevîler üzerine yeniden yürümekti. Kemah kalesine sığınmış olan Türkmenler, Osmanlı topraklarına durmadan tecavüz ettikleri için, kışı Amasya’da geçirmekte olan Padişah’a; “Kemah Kalesi Kızılbaşların elinde bulundukça, Bayburt, Erzincan gibi şehir ve çevre kasabaların güvenliğini sağlamak mümkün olamaz” dediler. Bunun üzerine zaten Doğu Anadolu’da hâkimiyet kurmayı lüzumlu sayan Padişah, Kemah kalesinin kuşatılmasını Bıyıklı Mehmed Paşa’ya emretmiştir[87].
Sultan Selim, 19 Nisan 1515’de Amasya’dan Kemah’a doğru hareket etmiş; Karlıgöl, Karaçayır, Sivas, Merzifon, Elmalı üzerinden Kemah kalesine gelmiştir. Gayet müstahkem olan Kale, Varsaklu Mehmed Bey, tarafından savunulmaktaydı. 19 Mayıs 1515’de Padişahın da iştirakıyla umumî bir hücumla ikindi vakti kale teslim alınmıştır. Kızılbaş-Türkmen müdafîler kılıçtan geçirilip, kadınları ve çocukları esir alınıp, muhafızlığına Karaçin-oğlu Ahmed Bey tayin edilmiştir[88]. Kemah kalesinin fethi Erzincan, Bayburt ve Doğu Anadolu’nun hâkimiyet altına alınması açısından hakikaten önemli bir hâdisedir.
Dulkadırlu Beyliği’nin Osmanlı Devleti’ne Katılması (1515):
Yavuz Sultan Selim, Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla, Kemah kalesinin fethinden sonra Sivas’a dönmüştü. Vezir-ia’zâm Hadım Sinan Paşa’yı on beş bin askerle, Şehsuvaroğlu Ali Bey kılavuzluğunda, Dulkadırlu Alauddevle Bozkurt Bey üzerine göndermiştir.
Alauddevle Bozkurt Bey, Osmanlılara muhalif hareket etmekteydi. Sultan Selim, İran’a giderken, Çaldıran savaşına iştirak etmemiş, zahire vs. yardımında bulunmamış, Kemah’ın fethi sırasında bir Osmanlı kervanını vurmuş, belki daha önemlisi, Memlûk hükümdarı Kansu Gavri’ye müracaat ile yardım ve himayesini talep etmiştir[89]. Alauddevle Bozkurt Bey, tehlikenin gelip çattığını görünce haremini, hazinelerini vs. Turna Dağı (Nurhak) tepesine çıkararak, Dulkadırlu arazisine hâkim boğazları tutmuştur.
Sultan Selim, Elbistan önlerinde İncesu kenarına karargâhını kurmuş, bu arada Sinan Paşa, Göksun ovasını geçerek, yirmi bin kişilik Dulkadırlu Türkmen ordusuyla karşılaşmıştır. Şehsuvaroğlu Ali Bey’in Alauddevle’nin askerlerine; “Merhum babamın ekmeğini yiyenler, sancağımın altına gelsinler” çağrısı etkili olup, Alauddevle Bozkurt Bey’in askerleri arasında dağılma meydana getirmiştir.
12 Haziran 1515’de Göksun yakınlarında Turna Dağı eteklerinde yapılan savaşta doksan yaşındaki Alauddevle Bozkurt Bey, dört oğlu ile beraber giriştiği mücadelede öldürülmüştür[90]. Alauddevle Bey’in kesik başı bir fetihnâme ile Mısır Sultanı Kansu Gavri’ye gönderilmiştir. Dulkadırlu memleketi Maraş ve Elbistan başta olmak üzere bir ”sancak” itibar edilerek Şehsuvaroğlu Ali Bey’e verilmiştir. Böylece Keşfî’nin “Türkistan Diyârı” dediği Türkmenlerin yurdu ve askerleri Sultan Selim’in emrine girmişti. Sultan Selim adına burada kendi adına hutbe okutup, para bastırılmıştır. Hadım Sinan Paşa burada vezir-i a’zam tayin edilmiştir[91].
Dulkadırlu Eyaleti’nden, Acem diyarında alınan ganimet kadar kıymetli mücevherler ve bol miktarda para ele geçmiştir. Sultan Selim, her askere elde ettiği ganimet hariç biner akçe ihsan buyurdular. Kayseri’ye gelindiğinde Selim Han, askere memleketine dönüş için izin verip, kendisi adamlarıyla birlikte Göksun, Sarız ve Kayseri üzerinden İstanbul’a azimet etmiştir[92].
Yavuz Sultan Selim, İstanbul’a varır varmaz, evvela Çaldıran Seferi sırasında meydana gelen başkaldırmalarda devlet erkanından kimlerin parmağı olduğunu meydana çıkarmak için tahkikat açtırdı. Netice de; Vezir İskender Paşa, Sekban-başı Balyemez Osman Ağa, Kadıasker Cafer Çelebi suçlu bulunarak katledilmişlerdir[93]. Bu arada Sultan Selim’in İstanbul’a dönmüş olduğunu duyan, Şah İsmail, Hüseyin Bey ve Behram Ağa’dan oluşan bir sefaret (elçilik) heyeti daha göndermiş, bunlarda evvelki gelen Safevî heyetinin âkıbetine düçâr olmuşlardır[94].
Güneydoğu Anadolu ve Diyarbakır Havâlisi’nin Osmanlı Devleti’ne Katılması (1515-1517):
Sıradağlar üzerinde başlarına buyruk dolaşmakta olan Kürt Beyleri, tek başlarına yaşamakta ve Kelime-i Tevhid’den başka hiçbir konuda anlaşamayarak sürekli biçimde biri birileriyle çatışmayı huy edinmişlerdi. Daha önceleri Akkoyunlu sonra Safevî-Türkmenler yönetiminde olan Diyarbakır ve Bağdat arasında yaşamaktaydılar. Anlaşmazlık yüzünden aralarında dayanışma bulunmadığından, Safevî-Türkmenlere direnmeye güçleri yetmemiş ve ister istemez Şah İsmail’e baş eğmişlerdir[95].
Güney Doğu Anadolu, Akkoyunlu Türkmenlerinden Safevîlerin eline geçmişti. Nüfusun ekseriyeti Türk idi. Bir miktar da Kürt var idiyse de İranlı yoktu. Osmanlı kaynaklarında yanlış bir adlandırma ile “Kürdistan” denilen saha; Urmiye Gölü’nden Fırat boylarına kadar uzanan yerler olarak gösterilir. Oysa Kürdistan; bugünkü İran topraklarında kalan Bağdat’ın kuzeydoğusudur. Ardelan, Luristan toprakları ve Urmiye Gölü’ne kadar olan yerlerdir.
Asırlardan beri nesilden nesile Türklerle meskun olmuş olan Güneydoğu Anadolu bölgesinde dağınık halde Sünnî olan Kürtler de vardı[96]. Çaldıran zaferi ve Osmanlı ordusunun Tebriz’e kadar ilerlemesi gerçi İran’da Safevî Devleti’nin kudret ve nüfuzunu sarsmıştı. Fakat Osmanlılar çekilir çekilmez Azerbaycan’da Şah İsmail, hemen Tebriz’e dönerek hâkimiyet ve otoriteyi yeniden kurmuştu. Ancak yanlış bir tavırla Güneydoğu Anadolu’daki Kürt beylerinden bir kısmını tutuklatıp beyliklerine son vererek buralarda hutbe ve sikke kendi adına okutmakla Kürtlerin tepkisine yol açmıştır[97].
Stratejik önemi olan Diyarbakır şehrine hâkim olmak isteyen Şah İsmail, Sultan Selim’in İstanbul’a döndüğünü işitince, Çaldıran seferinde maktul düşen Ustacaluoğlu Mehmed’in kardeşi Kara Han’ı Diyarbakır’ı muhasaraya göndermiş ve tekrar zapt ettirmiştir[98].
Sultan Selim, Acem diyarına fethe giderken, bazı Kürtler huzuruna gelerek Safevîlerin kendilerine musallat olduklarından şikayet etmişlerdi. Sultan Selim’de Azerbaycan’dan dönerken, bölgede bulunan Kürtlerin gönüllerini kazanarak onlara mektuplar yazmış ve kendisi Kürtler arasında büyük bir nüfuzu bulunan değerli âlim ve tarihçi İdris-î Bitlisî’yi (v.1521) Diyarbakır ve havalisinin barış yoluyla fethi için Kürtlere göndermişti[99]. Şeyh Hüsameddin Ali-oğlu İdris-î Bitlisî, Kürtlerin örf, adet ve geleneklerini çok iyi bilen ve onlar arasında itibarlı bir kimse olduğu için yaptığı çalışmalar neticesini vermiş, çok kısa zamanda bölgede bulunan beyleri Güneydoğu Anadolu’da iknâ ederek Sünnî-Müslüman olan Osmanlı Devleti’ne bağlamayı başarmıştır[100].
Sultan Selim, Kara Han’a karşı kuşatılan Diyarbakır şehrinin direnmekte olduğunu İdris-î Bitlisî’den öğrenmişti. 25 Eylül 1515 günü Edirne’de bulunan Padişah’a Kızılbaş’ın on ay’dan beri kuşattığı Diyarbakır şehri yardımına 29 Ağustos 1515 günü gönderilen hükme göre Sivas (Rûm) Beylerbeyisi Şadi Paşa’nın Amasya’dan çıkarak yürüdüğü, ayrıca Erzincan Beylerbeyisi Bıyıklı Mehmed Bey’inde ol cânibe gittiği haberi geldi. Elli bin nüfuslu Diyarbakır şehri Kara Han’a ve Safevî ordusuna on ay dayanmıştı. 10 Eylül 1515’de Osmanlı askerleriyle birlikte, o yöreden olan Türkmen asıllı Yiğit Ahmed idaresindeki gönüllüler, Urfa kapısından şehre girmişlerdir. 20 Eylül’de Bıyıklı Mehmed’in kuvvetleri de şehre girerek, şehir muhasaradan kurtarılmıştır[101].
Bu hengame öncesinde İdris-î Bitlisî’nin yapmış olduğu yoğun çaba sonucunda; Bitlis, İmadiye, Hasankeyf, Sason, Aşti, Ermi, Savran, Hizan, Siirt gibi yerlerin hâkimlerinden yirmi beş adet Kürt beyi, Yavuz Sultan Selim’e bağlı hale getirilmişti. Bunlar, Sultan Selim ile birlikte mal ve canlarını fedâ etmeye, ahdi yemin ederek Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını bildirmişlerdi[102].
İdris-î Bitlisî ve Kürt beyleri on bin gönüllü ile Diyarbakır’ı muhasara eden Kara Han’a karşı Bıyıklı Mehmed’in ordusuna katılmışlardı[103]. 4 Kasım 1515 tarihinde yapılan Divân’da, Diyarbakır Beylerbeyiliği; Kiğı, Çemişgezek’ten Urfa ve Sincar’a kadar olan yerleri içine alan vilayet toprakları Bıyıklı Mehmed Bey’e verilip, eski Amid Sancak beyliği mahlûl oldu (iptal edildi) ve Diyarbakır’dan yirmi üç pâre sancak verildi[104]. Kürtlerin Safevîler’e karşı hareketleri sonucu, padişah bunlara, itaatları karşılığında, beyliklerine ait olan toprakları tanıyan beraatlar göndermiştir[105].
Diyarbakır’ın Yiğit Ahmed ve Bıyıklı Mehmed Bey’in ordusuyla ele geçirilmesinden sonra Kara Han Ustacalu, Mardin tarafına kaçmıştır. Diyarbakır’dan Mardin’e firar eden Kara Han, takip edilerek Sincar’a geçtiği öğrenilmişti. Mevlânâ İdris-î Bitlisî Mardin’e gelerek halka nasihat eyleyip kaleyi teslim almış ve boyun eğmeyenler gizlice kaçmışlardır. Osmanlı askerleri Mardin’e girmiş, sonra kışlamak üzere Diyarbakır’a çekilmişlerdi. Bunu haber alan, Kara Han tekrar Mardin’e gelerek durumu Şah İsmail’e bildirmiştir[106].
Bu arada Şadi Paşa: “Bana padişahımızın fermanı ancak Amid’e kadardı” diyerek, askerini toplayıp Sivas’a doğru yönelmiş, İdris-î Bitlisî ile Bıyıklı Mehmed’de Pâdişah’tan tekrar yardım istemiştir. Sultan Selim, Karaman Beylerbeyisi Husrev Paşa’yı yirmi bin kadar askerle Diyarbakır-Mardin taraflarına yardımcı göndermişti. Harput kalesini yolda iken üç gün muhasaradan sonra almışlardı.
Bu sırada Kara Han, Şah İsmail’den gelen taze kuvvetler ile Mardin kalesini tahkim etmişti. Husrev Paşa Fırat’ı geçti ve Bıyıklı Mehmed’in ordusu ile birleşti. Kara Han’da Safevî askerini Pîr mevkiindeki Türkmen aşiretleriyle birleştirmek için ilerlemişti. Mardin civarında Koçhisar yakınında Dede-kargın mevkiinde iki ordu karşılaştı[107]. Yapılan çok şiddetli çarpışma sonucunda Kara Han, kurşunla yaralanarak öldü ve başı kesildi. On bin’den ziyade Kızılbaş-Türkmen öldürüldü, kaçabilenler kaçmışlardı. Bölge tamamen -Mardin Kalesi hariç- Osmanlılara geçmiştir[108].
Sonuç:
Çaldıran zaferinden sonra Osmanlı Devleti, Doğu Anadolu’yu, Güney doğu Anadolu’yu Orta Anadolu’yu, Musul-Kerkük bölgesi ile bazı kale ve şehirleri kalıcı olarak hâkimiyeti altına almıştır. Koçhisar zaferinin tesiri çok büyük olmuştur. Savaşı müteakip, Ergani, Sincar, Çermik, Birecik, Rakka, Hasankeyf, Urfa, Siirt kapılarını Osmanlı-Türk ordularına açmışlardır. Ayrıca Güneydoğu Anadolu’daki, Rûşeni, Hariri, Sencarî, Cezirevî gibi bazı Arap ve Kürt aşiretleri de itaat altına alınmıştır[109].
Mardin kalesi kumandanı olan Ustacaluoğlu Kara Han’ın kardeşi Süleyman Kale’yi teslim etmemişti. Bir yıl kadar sonra Sultan Selim Han, Arap diyarının fethinden dönerken, Bıyıklı Mehmed’i Mardin’in fethi için gönderdi. Mehmed Paşa, varıp şehri zorla alarak Süleyman Bey’i öldürüp, bölgeyi Safevî-Kızılbaşlardan temizlemiştir (Nisan 1517)[110].
Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı Devleti’ne bağlanmasında çok emeği geçen Bıyıklı Mehmed Paşa ile İdris-î Bitlisî’ye Yavuz Sultan Selim, hil’at, bahşiş ve kılıçlar hediye etmiştir. Ayrıca Kürt beyleri için yirmi beş yük akçe, beş yüz hil’at ve on yedi sancak ihsan buyurmuşlardır[111]. Yavuz Sultan Selim, takip ettiği ince bir siyasetle, Mevlânâ İdris-î Bitlisî’nin önderliğinde; Doğu ve Güneydoğu illerinde oturan “Kurt-baba” veya Baba-Kürtlerin aşiret reislerine iyi muamele etmiştir. Onları İranilik ve Şiîliğe karşı kuvvetli bulundurmak için, soyca Türk olan bu aşiretlere ve beylere Kürt adını vererek, onlara geniş hak ve yetkiler vermiştir[112].
Yavuz Sultan Selim’in Güneydoğu Anadolu siyaseti başarıya ulaşmış gözükmektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki teshir harekâtı sonucu Diyarbakır havalisi itaat altına alınmıştır. Nusaybin ve Urfa dâhil olduğu halde Irak-ı Arab’ın kuzey kısmı, Kerkük ve Musul, Osmanlı Devleti’ne katılmıştır. Güney’de ise Bağdat’a doğru olan saha ve Mısır hükümetinin müstemlekesinden, Tarsus, Adana, Antakya ve Halep, Osmanlı Devleti’nin hedefi altına alınmıştır[113].