GELENEKLER

1 - OĞUZLARA DAİR…

OĞUZLARA DAİR

   XI. yüzyıldan itibaren kendilerine Türkmen de denilen Oğuzların, Türkiye Türkleri ile İran, Azerbaycan, Irak ve Türkmenistan Türklerinin ataları olduklarını biliyoruz[1].

   Oğuzlar, Sir-Derya boyları ile onun kuzeyindeki bozkırlarda yaşarlarken onlardan ancak bir bölüğü şehirlerde oturuyordu. Bu oturak Oğuzlar savaş ile meşgul olmayıp, kendilerini şehir hayatının gerektirdiği işlere verdiklerinden, göçebe eldaşları onlara istihfafla (horlayarak) yatuk, yâni tembel demişlerdi. Gerçekten göçebe Oğuzlar oturak eldaşlarını istihfaf etmekte kendi telâkkileri bakımından haklı sayılabilirler. Çünkü Selçuklu İmparatorluğu’nu oturak Oğuzlar değil, bizzat onlar kurmuşlardı. Fakat göçebe Oğuzlar da 1071 yılındaki Malazgirt zaferi ile Anadolu’yu açıp bu ülkede oturak yaşayışa geçmeğe başladılar. XIII. Yüzyılda… Anadolu’da, çoğunu yeni gelenlerin, yani Moğol istilâsının önünden kaçanların teşkil ettiği, kalabalık sayıda göçebe Türk unsuru da vardı. Selçuklu Devleti, bir daha kurtulamıyacak bir şekilde Moğol hâkimiyeti altına girince, Oğuzların deyimi ile yatuklar, yani oturak Türk halkı kendisini mukadderata teslim ettiği halde, göçebe Türk unsuru, yani Türkmenler, Moğollara karşı mücadelede bulunmaktan geri durmamışlardı. Neticede Türk göçebe unsuru, Türkmenler, ilk önce Türkiye’de, sonra buradan giderek İran’da siyasî hâkimiyeti ellerine aldılar. Böylece Türkmenler, Türkiye tarihinin ikinci devrinin (Beylikler devri) yaratıcıları oldukları gibi, İran’da da XX. yüzyıla değin Türk hâkimiyetini devam ettirdiler[2].

   Türkiye tarihinin üçüncü devrini açan Osmanlı hanedanına gelince, bu hanedanın da göçebe Türk unsurundan çıktığını biliyoruz[3].

   XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkiye’de göçebe unsur siyasî ehemmiyetini eskisine nispetle epeyce yitirmişti. Bu da, başlıca, oturak yaşayışa geçmeler ve İran’a yapılan göçmeler sonucunda sayısının çok azalmış olması, Osmanlı askerî teşkilatının kudreti ve “delikli demir”in icat edilmesi gibi amillerden ileri gelmiştir[4].

   Türklerin tarihçe bilinen yurtlarını, çok sonraları Moğolistan denilen ülkenin batı kesimi teşkil ediyordu. Bu kesim aşağı yukarı doğuda Tula ve Tüngelik'in yukarı boylarına, kuzeyde Baykal, Kem ırmağı ve Tannu (Ola) dağlarına, batıda Altaylara ve güneyde de Gobi çölüne kadar gidiyordu. Türk soyunun en eski temsilcisi Hunlar burada yaşadılar. Onları Sien-piler ve Juan-Juanlar izlediler, (bunların Moğol asıllı oldukları kabul edilmiştir). Sonra Gök Türkler geldiler[5].

   Gök Türklere Uygurlar, onlara da Sibirya'daki Abakan yöresinden gelen Kırgızlar halef oldular. Fakat X. yüzyılın birinci yarısının ortalarında (924 yılında) Moğol ırkından Kıtaylar Kırgızları Orhun bölgesinden çıkardılar. Bunun sonucunda tarihi Türk yurdu Moğolca konuşan toplulukların ellerine geçti[6].

   Gök Türkler, devletlerini kurduktan (551) pek az sonra batıda feth ettikleri yerlerin geniş bir bölümünde de yurt tutmuşlardı. … Öyle ki X. yüzyılda Türklerin ezici çokluğu Doğu Türkistan'dan Hazar Denizi’ne uzanan geniş bölgede yaşıyordu
[7].

   Fakat tarihi Türk yurdu, yani Batı Moğolistan kesimi, bize göre, Türk soyunun ilk yurdu değildi. Türklerin en eski yurtları kuzeyde, Sibirya'da, Baykal Gölü ile Angara ve Yenisey ırmakları arasındaki bölge idi. Türk soyu orada milattan yüzyıllar önce avcılıkla geçen bir hayat sürdürdü. Sonra kopmalar ve göçmeler başladı. Bu kopma ve göçmeler zaman aralıkları içinde oluyordu. Ana kitleden bilhassa sıkıştırma yüzünden kopan bir küme aşağıya yani güneye göç edip orada bozkır hayatına alışıyordu. Hunlar bozkıra inen ilk küme veya kümelerden biri idi. Gök Türkler devrindeki tarihi Türk yurdunda gördüğümüz Türk budunları da yine ilk yurttan aşağıya inmiş budunlardır[8].

   Gök-Türk imparatorluğu idaresindeki Türk budunlarından biri de Dokuz boydan müteşekkil (oluşmuş) olan Oğuzlar idi ki, VII. yüzyılın ikinci yarısı ile VIII. yüzyılın birinci yarısında Tula ırmağı boylarında yaşıyorlardı. … Dokuz Oğuzların akıbeti meçhuldür. X. yüzyılda Seyhun kıyılarında yaşayan Oğuzlar başka bir el (budun=kavim) olup Batı Gök Türk topluluğu olan On Oklara mensup idiler[9].

   Seyhun Oğuzları, … , Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını onların kurduğunu söylemek elverir. Diğer taraftan Oğuzlar, Moğol istilasından sonra kavmi varlığını, tarihi hatıralarını ve harsını (kültürünü) korumak bakımlarından Türk âlemini temsil eden biricik kavim olmak vasfını da taşımaktadır[10].

   Uygur, Karluk, Kıpçak ve diğer Türk kavimleri Moğol istilası üzerine varlıklarını devam ettirememişler, Moğol boyları ile karışıp kaynaşarak yeni kavimler meydana getirmişlerdir. Bu yeni kavimlerin dili Türkçe ise de tarihi hatıraları, askeri teşkilat ve gelenekleri Moğol vasıflarını taşıyordu. Bugünkü Doğu Türkistan Türkleri, Özbekistan, Kazakistan, Karakalpak halkları İdil Boyu Türkleri, kısaca Orta Asya'daki Türklerin ezici çoğunluğu, işte bu Türk-Moğol karışmasından meydana gelmiş yeni kavimlerin torunlarıdır[11].

   Bilhassa ticari münasebetler sebebi ile X. yüzyıldan itibaren aralarında yayılmaya başladığım bildiğimiz İslamlığın, XI. yüzyılda Oğuzlardan ezici çoğunluğun dini haline geldiği görülüyor. Bunun sonucunda Oğuzlara XI. yüzyılda Türkmen adı verilmiştir ki, bu ad aşağı yukarı iki asır sonra her yerde Oğuz'un yerini almış ve Oğuz sözü destanlar ile hatıraları yaşatılan ataların adı olarak Türkmenler arasında uzun müddet yaşamıştır[12].

   Oğuzlardan 15-20 bin kişilik ordu çıkarabilecek bir küme 1035 yılında Horasan'a geçmek zorunda kalmıştı. Bu bölge … Gazneli imparatorluğuna ait idi. Bu Oğuzlar, Selçuklu ailesinin idaresi altında beş yıl süren devamlı ve çetin bir mücadele sonucunda Gazneli İmparatorluğu’nu yenerek Horasan'da devletlerini kurdular (1040 tarihinde ve 16.000 atlı ile). Ancak fevkalade kelimesi ile vasıflandırılabilecek olan bu hadisenin başkahramanı, fikirleri ve icraatıyla Selçuk'un torunu Çağrı Beğ idi[13].

   Selçukluların gerek İran ve gerek Anadolu'da mülki teşkilatta yerli İranlıları kullanmaları, resmi dilin Arapça veya Farsça olması sadece amelî gayelerle ilgilidir. Çünkü sultanlar kendi kavimlerinden devletin mülkî teşkilatında vazife görebilecek yeter derecede eleman bulamıyorlardı[14].

   Türk fethi esnasında Anadolu'nun pek büyük bir kısmı, bilhassa Orta ve Batı-Anadolu bölgeleri, nüfusu çok az, hareketsiz, bir kelime ile geri kalmış bir ülke manzarası gösteriyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu şehirlerine nazaran Orta ve Batı Anadolu'daki şehirler sönük kasabalar halinde idiler. Bunun başlıca sebebi birinci derecedeki milletlerarası ticaret yollarının o zamanlarda bu ülkeden geçmemesidir. Öte yandan Sasani-Bizans ve onu müteakip, sürekli ve çetin Arap-Bizans mücadeleleri Anadolu'daki halkın mühim bir kısmının yok olmasına ve Çukurova gibi birçok bölgelerin de korkunç bir şekilde tahrip edilmesine sebep olmuştu. Hatta nüfusunun azlığı, yoksulluğu ve teşkilâtsızlığı ile Anadolu'nun işaret edilen büyük kısmındaki, yerli halk varlık gösteremeyecek bir duruma düşmüştü. Yine bu sebeple, Oğuz Türkleri az bir kuvvetle Orta ve Batı Anadolu'yu çok kısa bir zamanda ve ciddi bir mukavemet de gösteremeden kolayca açabilmişlerdi[15].

   Arapların hem Emevîler, hem de Abbasiler devrinde, birçok defa bizzat halifelerin kumandasında muazzam ordular halinde gelip de bir türlü alamadıkları Anadolu, 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’nı takip eden 8-10 yıl içinde baştanbaşa açılmıştı. Hâlbuki fetih tek bir kumanda altında ve muntazam bir plan dâhilinde de yapılmamıştı[16].

   Fetihten sonra Anadolu ile Türkistan arasında bir göç kanalı oluşmuştu. Bu kanal ile XIII. yüzyılın birinci yarısının ortalarına doğru Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu'ya birbiri arkasından kalabalık Türkmen kümeleri gelmeye başladı. Bunlar 1219'da başlayan Moğol hücumundan kaçıyorlardı[17].

   Oğuzlar Anadolu'ya gelirken maddi ve manevi harslarını da (kültürlerini de) beraberlerinde getirdiler. Mezarı Sir Derya boylarında bulunan Dede Korkut'un manevi şahsiyeti bile, destanların yanında, Anadolu'ya geldi[18].

   Bize göre, şimdi Oğuz tipini en fazla Batı ve Güney Anadolu'da Yörük adı verilen topluluklar temsil etmektedir. Çünkü onların komşu köylüler ve şehirler ile sadece ticari münasebetleri olmuştur. Şu sözlerden de anlaşılacağı gibi, Oğuz Türklerinin asıl ve gerçek mümessillerini görmek için Türkistan'ı değil, Anadolu'yu dolaşmak lazımdır[19].

   Batı uçlarındaki Türkmenler, Selçukluların fethinde istekli görünmedikleri, Batı Anadolu ve Marmara bölgesini kolayca aldılar. Hıristiyanlar, onların harekete geçtiklerini görünce Adalar'a ve Rumeli yakasına kaçıyorlardı. Türkmenler aldıkları Hıristiyan tutsakların çoğunu Mısırlı, Suriyeli ve İranlı tacirlere satıyorlardı. İşte, Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinin, XV. yüzyılda Hıristiyan nüfusunun en az bulunduğu yerler arasında olmalarının diğer bir sebebi de budur. XIX. yüzyılda o bölgelerde, eskisine nispetle Hıristiyan nüfusun daha fazla olması, Osmanlı devrinde başka sebeplerden ileri gelmiştir. Güneydeki Çukurova bölgesi de bir asırdan fazla yapılan Memlûk Türkmen akınları ile Hıristiyan nüfusu yok denecek kadar az bir duruma getirdikten sonra, XIV. yüzyılda çoğu Üçok koluna mensup Türkmenler tarafından iskân edildi. XV. ve XVI. yüzyıllarda görülen yoğun Türk nüfusu ve yer adları, bugün de olduğu gibi, Anadolu'daki Türk yerleşmesinin mahiyetine dair tarihi kaynaklardan çıkarılan neticeleri tamamıyla teyit etmektedir[20].

   Anadolu'da Hıristiyan halktan… Kitle halinde herhangi bir İslamlaşmanın vuku bulduğu üzerinde, Türk, Bizans, Ermeni, Gürcü, Süryani ve Arap kaynaklarında… pek zengin Osmanlı arşiv vesikalarında da bu hususta bir kayıt elde edilmemiştir[21]

   Türk ve daha doğru bir ifade ile İslam devletlerinde, Hıristiyanların Müslüman olmaları halinde gelirlerinde mühim bir yeri olan haraç ve cizyenin ortadan kalkacağı kaygısı da vardı. Öte yandan eğer toplu halde dönmeler olsa idi, Müslüman olan bu yerli topluluklarını Bulgaristan'daki Pomaklar, Arnavutlar ve Boşnaklar gibi, kendi ana dillerini konuşur görecektik. Rize şehri ile köylerinde Türkçe konuşulması Türk yerleşmesinden ileri gelmiştir. Gerçekten biz Rize yöresinin ünlü Oğuz boyu Çepniler tarafından iskân edildiğini iyice biliyoruz[22].

   Türk nüfusu… Erzurum, Ahlat, Harput gibi yörelerinde ve diğer bazı şehir ve kasabalarında kuvvetle tesirini gösterebilmiştir… Moğol istilası sebebiyle gelen Türkmenlerin kalabalık bir kısmı da bu bölgelerde yurt tutmuştu. Bu Türkmen kümesini başlıca Karakoyunlular ve Akkoyunlular temsil ediyorlardı. Ayrıca yine aynı bölgelere Uyratlar, Sutaylılar ve diğerleri olmak üzere Moğollar da gelmişlerdi. Bu Türk ve Moğol nüfusu bölgelerin kavmi çehresini değiştirebilecek bir yoğunlukta olup, tesirini de göstermeye başlamıştı. Fakat iç çekişmeler yüzünden Moğol unsurunun çoğu buradan ayrıldı. Çok geçmeden XV. yüzyılda yaptıkları fetihler ile Karakoyunlulardan da kalabalık bir topluluk İran'a göç etti. Akkoyunlulara gelince, onlar Doğu ve Güney Anadolu'nun en büyük kısmını idareleri altına almışlardı. Fakat Akkoyunluların, Karakoyunluların siyasi faaliyetlerine son verip onların topraklarını ellerine geçirmeleri üzerine önemli sayıda Akkoyunlu Türkünün de İran'a gitmesine yol açmıştır. Bunu da Safeviler'e bağlanmış olan veya onların hizmetinde bulunmak isteyen Türk oymaklarının gidişi takip etti. Bölgelerin bugünkü kavmi durumunu ise Osmanlı hâkimiyeti hazırlamıştır. Eğer bu bölgeler Safevilerin elinde kalsa idi, Türkçenin oralarda rakipsiz bir dil haline gelmesi pek muhtemeldi[23].

   Selçuklu kudreti en yüksek noktasına 1240 tarihinde ulaşmıştı. Bu esnada… Türkiye mamur ve müreffeh bir ülke halinde idi. Selçuklu hanedanı, şuurlu bir iktisat siyaseti güderek birinci derecedeki milletlerarası ticaret yollarını Türkiye'den geçirmeye muvaffak olmuştu. Bu maksatla, ülkelerini bir kervansaray ağı ile örmüşler ve ırmaklar üzerine taştan büyük köprüler yapmışlardı. Öte yandan sağlık işlerine de önem vererek başlıca Selçuklu şehirlerinde hastahâneler inşa edilmiş ve pek çok medrese ile de süslenmişti. İşte edebi Türkçeyi bu medreselerden yetişenler yaratmışlardır. Tabii bunlardan bahsederken Selçuklu devrinin aşağı yukarı 230 yıl kadar sürdüğü, bunun bir asrının Bizans’la devamlı mücadele, 50 yılının da Moğol hâkimiyeti ile geçtiği unutulmamalıdır… Anadolu'daki Hıristiyanların pek çoğu şehirlerde yaşıyordu. Çünkü kendilerini devlet en emin bir şekilde oralarda koruyabilirdi. Bunların ehemmiyetleri ancak devlete muntazam vergi vermeleri ve müstahsil (üretici) insanlar olmalarından ileri geliyordu; değil ise siyasi hayatta hiç bir rolleri olmamıştı[24].

   Selçuklu şehirlerinde Türklerden başka çoğunlukla İran'dan gelmiş sanatkâr tüccar ve okumuş kimselerden mürekkep (oluşmuş) başka Müslümanların da yaşadıklarını biliyoruz[25].

   Türkmenler yani Türk göçebe unsuru Anadolu'da Moğol hâkimiyetine karşı her yerde yılmadan mücadele etmişlerdir. Çünkü onlar yerleşik Türk unsurunun aksine mücadele için gereken teşkilata, inzibat ve savaşçılık ruhuna sahip idiler. Yerleşik Türk halkına gelince, bunların aralarında birleşip kuvvetli bir mücadele cephesi vücuda getirmeleri mümkün olamıyordu. Şayet Türkmenler olmasa idi Anadolu'daki Moğol hâkimiyetinin çok daha uzun süreceği muhakkak olduğu gibi, memleket harici istila ve fetihlere de her zaman açık kalabilecekti[26].

   Türk göçebe unsurunun, kendisinden çıkmış olan Selçuklu hanedanı ile münasebetleri, devletin kurulmasından sonra bozulmuştu. Bunun başlıca sebebi Selçuklu hanedanının, diğer İslam sülaleleri gibi para ile satın alınmış pek çoğu başka Türk kavimlerine mensup memluk (kul, köle), yani kullardan hassa orduları teşkil etmeleri ve devletin yüksek askeri memuriyetlerini onlara vermeleridir. Hanedan bu hassa ordusuna sahip olduktan sonra kavimdaşları olan Türkmenleri tamamıyle denilebilecek bir şekilde ihmal etmiş ve adeta onları unutmuştur… Bütün yüksek askeri memuriyetlerin bu hassa ordusu mensuplarının elinde olması, asker bir kavim olan Türkler arasında geniş tepkiler yaratmıştır. Bu tepkiler Selçuklu devletinin zayıflama ve yıkılmasında mühim bir amil teşkil ettiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu'nun gücünü yitirmesine ve Türk halkının büyük felaketlere uğramasına ve Anadolu'da geniş tahribatın yapılmasına da sebep olmuştur. Diğer taraftan saltanat veraseti işinin değişmez bir kaideye bağlanamamış olması da iç savaşların çıkmasında ve Türk devletlerinin zayıflama ve yıkılmasında diğer mühim bir amil idi. Bunlardan başka emirler ve beylerin hükümdarlarına kızıp itaatsizlik gösterdikleri ve isyan çıkardıkları da sık sık görülen olaylardandır[27].

   Moğol istilası, eski Türk âlemini tamamen ortadan kaldırdığı, Türkistan ve Orta Doğuda korkunç kıyımlar ve tahribat meydana getirdiği gibi, mamur ve müreffeh Anadolu'nun da ızdıraplı bir devir geçirmesine sebep olmuştur[28].
 
   Bununla beraber Moğol istilası ve hâkimiyetinin Batı Türklüğü bakımından birçok müspet mühim neticeleri de gömülmektedir… Oğuz yahut Türkmen kavminin Türkistan ve İran'da yaşayan kümelerinin pek çoğu bu istila sebebi ile Anadolu'ya gelmişti. Bu suretle Anadolu, maddeten ve manen Oğuz Türklüğünün yurdu vasfını kuvvetli bir şekilde kazandı. Diğer taraftan Moğollar kendileri ile birlikte başka Türk kavimlerine mensup pek çok insan da getirmişlerdi ki, bunlar da Yakın Doğu Türklüğünü kuvvetlendirmişlerdir. Üçüncü olarak Yakın Doğu'da Türk kültürünün Fars ve Arap kültürleri yanında üçüncü bir kültür olarak kuvvetle yer alması da Moğol hâkimiyeti devrinde görülmektedir[29].

   Beylikler devri Selçuklu ve Osmanlı hâkimiyetleri arasındaki devirdir. Bu devrin başlıca vasfı Selçuklular zamanında alınmayan bölgelerin fethedilmesi, Türk nüfusunun ve kültürünün başta şehirler olmak üzere her yerde çok kuvvetli bir hâkimiyet kurması, Türkçenin edebi ve resmi dil olarak Farsçaya karşı rakipsiz bir mevkie yükselecek surette bir gelişme göstermesidir. Diğer taraftan Anadolu'nun büyük bir kısmı yabancıların gıptasını çekecek derecede, bolluk içinde idi. Her biri bir bölgenin sahibi olan beylerin, ülkelerini mamur kılmak için ellerinden gelen gayreti esirgememiş oldukları görülür. Araştırmalar açıkça göstermiştir ki Beylikler devrinde Türk halkı mutlu bir hayat geçirmiştir[30].

   Oğuz (Türkmen) asıllı Osmanlı Hanedanı’nın Anadolu'da yaptığı İş, Bursa'dan Boğaziçi ne kadar olan Marmara bölgesini fethetmesidir. Osmanlı Hanedanı tarih sahnesine çıktığı zaman Anadolu'daki Türk cemiyeti çoktan her şeye sahip bir topluluk haline yükselmişti. Bu hanedan Türk cemiyetinin başına geçince orada her şeyi hazır buldu. Osmanlılar batıda, Rumeli yakasında fetihlerde bulunurlarken doğuda da Karakoyunlular, Timur'un istilası ile geciken İran istikametindeki fetihlerini XV. yüzyılın başlarından itibaren tahakkuk ettirmeye (gerçekleştirmeye) giriştiler… Anadolu'nun XVI. yüzyıldaki nüfusunun 4-5 milyon arasında olduğunu biliyoruz[31].

   İran yönündeki göç hareketi, Karakoyunlulardan sonra Akkoyunlular ve Safeviler zamanında da devam etti. Hatta Osmanlılar bütün Anadolu'ya hâkim olduktan sonra, XVI. yüzyılın ikinci yarısında da, Anadolu'dan İran'a göçmeler vuku buldu[32].

   Türkler Rumeli’de yoğun bir şekilde bilhassa kuzeyde Varna, batıda Tatar Pazarı ve güneyde Kavala arasındaki bölgede yurt tutmuşlardı… Burada da Anadolu'da olduğu gibi şehir ve köylerdeki Türklerin yanında, göçebe yaşayışı sürdüren ehemmiyetli sayıda Türkler vardı ki, bunlara da Yörük denilmekte idi. Rumeli’de Yörükler, türlü kollara ayrılıyor ve yaşadıkları bölgelerin adları ile anılıyorlardı. Tanrı Dağı Yörükleri (Gümülcüne, Karasu; Yenicesu, Drama ve Kavala'da), Naldöken Yörükleri (Bugünkü Bulgaristan'da), Selanik Yörükleri (Makedonya ve Tesalya’da), Vize Yörükleri (Vize, Lüleburgaz, Çorlu ve Hayrabolu), Kocacık Yörükleri (Edirne, Kırklareli, Babaeski ve bugünkü Bulgaristan'ın bazı yerlerinde)[33].

   Rumeli’deki Yörükler, Osmanlı askeri sistemi icabı, devletin kuvvetli bulunduğu XVI. ve XVII. yüzyıllarda daha ziyade yardımcı birlikler olarak kullanılmışlardır; ancak XVIII. yüzyılda asker sıkıntısı çekilmeye başlanınca gönüllerini okşamak için kendilerine Evlâd-ı Fatihan (fatihlerin çocukları) adı verilerek silahlı kuvvetler arasına sokulmuşlardır[34].

   Kuzey Afrika'daki üç ülke yani Cezayir, Tunus ve Trablus, Türkler tarafından ocak adı verilen askeri teşkilatla idare edilmiştir. Bu ocaklara alınacaklarda aranılan en mühim vasıf, onların Anadolu Türk’ü olmaları idi. Araplar ve Berberiler ocaklara alınmadıkları gibi, babalan Türk ve anaları yerlilerden olanlar da yüksek memuriyetlere çıkarılmıyorlardı. Ocaklar, ihtiyaçtan olan Türkleri Batı ve Güney Batı Anadolu'dan temin ediyorlardı. Bu maksatla gönderilen heyetler, Batı Anadolu'daki şehir ve kasabaları dolaşarak pazar yerlerinde: "Yorulmadan akça kazanmak, terlemeden ölmek isteyenler bayrağımız altına gelsin" sözlerini nida ettirip asker devşiriyorlardı (topluyorlardı)[35].

   Osmanlı Devleti’nin giriştiği uzun süren harplerde yenilgilere uğraması Anadolu'daki hâkimiyetini son derecede zayıflatarak bu ülkede irili ufaklı derebeyi de denilen ayanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bunların devri, aşağı yukarı bir asır devam etmiştir. İşte bu ayanlar devrinde Batı Anadolu'da Aydın, İzmir ve Manisa vilayetlerinde zeybeklerin de ortaya çıktığı görülür. Bunlar devlet kuvvetine karşı geliyorlar ve zenginlerden sızdırdıkları paralar ile geçiniyorlardı… Zeybeklerin faaliyetlerine bir türlü son veremeyen devlet, savaşçılıklarından dolayı onları XIX. yüzyılda, ücretli asker olarak ordusunda kullanmıştır[36].

   XVI. ve XVII. yüzyıllarda Arabistan'da Türklere umumiyetle, Karamanı deniliyordu. Bu husus her halde oraya gönderilen askerlerin çoğunun Karaman eyaletinden olması ile ilgilidir… Yemen'e gönderilen Türklerin mühim bir kısmı vatanlarına dönemiyorlardı. Bu Yemenli, Arap boyları ile çarpışmaktan ziyade salgın hastalıktan (bilhassa kolera) ve bakımsızlıktan ileri geliyordu[37].

   Osmanlı devleti, bugünkü sınırları içinde Türkiye'yi ancak Kanuni devrinde idaresi altına alabilmişti. Bu idarenin mahiyeti icabı Anadolu'da girdiği yerde, bilhassa köylüler ve göçebeler tarafından memnunlukla karşılandığını ileri sürmek güçtür. Bu sebeple XV. ve XVI. yüzyıllarda görülen mezhebi ayaklanmalarda bile Osmanlı idare sisteminin mahiyetinin ve onun kötü uygulanmasının büyük bir payı olduğu şüphesizdir. XVI. yüzyılın son çeyreğinde çıkan İran ve Avusturya harpleri ve onunla yakından ilgili bulunan korkunç Celali ayaklanmaları Anadolu'daki umumi hatlarını muhafaza ederek gelen, eski içtimai düzeni tamamen ortadan kaldırdı. Memleket harap bir duruma, halk da derin bir yoksulluk içine düştü. Her yerde köklü ailelerin, yani bey zümresinin pek büyük bir kısmı yok oldu, geri kalanları da iktisadi bakımdan fazla bir zarara uğramadılarsa da devlet karşısında olduğu gibi, çevrelerindeki halk içinde de itibarlarını kaybettiler. Hatta bunların birçokları basit davranışlı, sefahate meyyal ve yoksullara yardımdan uzak İnsanlar haline geldiler. Bu sonuncuların zamanımıza kadar gelen mensuplarında da aynı hal görülür. Hâlbuki "Beylik vermekle, yiğitlik vuruşmakla olur" atalar sözünde de ifade edildiği gibi, Türk halkı, en eski zamanlardan beri han, sultan ve beylere kendilerine faydalı olmak ve yardımlarda bulunmakla görevli insanlar gözü ile bakıyorlardı[38].

   Şehir halkı zikredilen olaylardan yani Celali hareketlerinden pek zarar görmedi. Köylülere gelince, asıl darbeyi yiyen bu kitle olmuştur. Bu olaylar köylülere yoksulluk ve nüfus kaybı gibi büyük felaketler getirmiştir[39]

   Göçebe unsur, hareket kabiliyeti sayesinde iç karışıklıklar, harpler, salgın hastalıklar, sıtma ve kıtlıkların tesirlerine, köylü ve şehirlilere nazaran daha az maruz kalmıştır. Bu sebeple onlar nüfus bakımından daha çok artmışlardır[40].

   Türk göçebe toplulukları Osmanlı devrinde de Orta Asya'dan getirdikleri koyun ve atı besliyorlar ve yine onlar gibi deveyi de taşıma vasıta (yüklet) olarak kullanıyorlardı. Osmanlı Devleti'nin de seferlerde askerin azığını develer ile taşıttığını biliyoruz[41].

   Türk topluluklarının mühim bir kısmının çadırları XIX. yüzyılda dahi, anayurttan getirilmiş olan umumiyetle ak keçeden yapılmış “değirmi” çadırlardı… Hatta Hazreti Peygamberin bile seferlerde Türk çadırında oturduğu söylenir. Kıldan mamul kara çadırların kullanılması yoksullaşma ile ilgili görünüyor. Kıl çadırları münhasıran keçi besleyen, oturdukları yerler sarp ve otlakları dar olan yörükler kullanıyorlardı. Fakat Türklerin asıl milli çadırları, işaret edildiği gibi, ak keçeden yapılmış “topak ev” de denilen yuvarlak “değirmi”  çadırlardır[42].

   Anadolu'daki Türk cemiyeti birbirini izleyen uzun ve yorucu harpler, salgın hastalıklar ve kıtlıklar sebebi ile bir daha eski kuvvetini elde edemedi… XVI. ve XVII. yüzyıllarda çoğu Türk aslından olmayan Osmanlı müellifleri (yazarları), Anadolu Türklerine ve bilhassa köylülere Etrak-i bi-idrak (akılsız Türkler) demişlerdir. Fakat bu müellifler ve bütün Osmanlı idarecileri, Anadolu Türklerinin devletin asıl dayanağını teşkil ettiklerini idrak edememişlerdir. Böylece Türk cemiyetine zaaf gelince Osmanlı devleti de kudretini kaybetti. Osmanlı, son asırlara kadar Anadolu'nun İnsanını ve servetini görülmemiş bir israfla harcamış fakat ona hiç bir şey vermemiştir. Bu yüzden Anadolu Türkleri yoksul ve geri kalmış bir cemiyet, Anadolu da harap bir memleket haline gelmiştir. Anadolu halkı arasında idarecilere Osmanlı adı veriliyordu. Bu adın verilmesi, mensuplarının saray ve ocaktan yetişmeleri ile kavmi bakımdan Türk halkından çıkmamaları ile ilgilidir. Anadolu Türkleri bunlara adeta yabancı ve istilacı bir zümrenin mensupları gözü ile bakıyorlardı. Osmanlı sınıfının mensupları, Anadolu halkına bilhassa köylü ve göçebelere göre mağrur, haşin, hilekâr, sözünde durmaz, vefasız ve gayri adil ve benlikçi insanlardır[43].

   Gerçekten XIX. yüzyılda Anadolu'yu gezen Avrupalı seyyahlar “Anadolu Türklerinin yoksulluklarına rağmen asil ruhlu, namuslu insanlar olup, kötü idareciler elinde yoksul ve geri kalmış” bir duruma düştüklerini yazarlar ki, bunun bir gerçek olduğu şüphesizdir[44].


[1] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.IX.

[2] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.IX.

[3] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.IX.

[4] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.IX.

[5] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.3.

[6] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.3.

[7] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.3.

[8] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.3.

[9] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.4.

[10] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.4.

[11] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.4.

[12] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.4.

[13] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.4,5.

[14] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.5.

[15] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.6.

[16] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.7.

[17] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.7.

[18] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.7.

[19] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.8.

[20] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.8,9.

[21] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.9.

[22] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.9.

[23] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.9,10.

[24] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.10.

[25] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.10.

[26] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.10.

[27] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.11.

[28] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.11.

[29] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.11.

[30] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.11,12.

[31] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.12.

[32] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.12.

[33] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.12,13.

[34] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.13.

[35] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.13.

[36] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.13,14.

[37] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.14.

[38] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.14.

[39] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.15.

[40] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.15.

[41] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.15.

[42] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.15.

[43] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.15,16.

Bugün Doğu Anadolu’da şu deyiş hala hatırlanmaktadır:

“Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yemede ortak Osmanlı 

Orta Anadolu’da da şu deyiş söyleniyordu:

“Kara çadır ismi tutar

Beylik martin pas mı tutar

Ağlarsa anam ağlar

Osmanlı’dır yas mı tutar.”

[44] Faruk Sümer Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri - Boy Teşkilâtı – Destanları. İstanbul, 2016, s.16.

KİTAPLAR
MAKALELER
ŞAİRLER