4 - ORUÇOĞLU HAVLASI
ORUÇOĞLU HAVLASI
Kız kardeşim Şerife’den çocukluğumuza dair anı defterinin başka bir yaprağı.
Daha o zaman koskoca evlerde çekirdek aileler ve hatta yalnız yaşayan "çekirdekçik aileler" yok, bencillik bizi sarıp sarmalamamış henüz, herkes herkes için yaşıyor; herkes paylaşıyor sevincini acısını ve herkes bütünleşiyor sevdikleriyle...
Şu anda “ıssız adam” kadar ıssız olan bu eve dış kapıdan içeri girince öndeki iki oda bizim, arkadaki iki oda ise "emmimgilindi." "Örtmede" (Antrenin Avşar ağzındaki karşılığı) “Yuka (yufka) ekmek” pişirilen tandırımız vardı. 10 kişi emmimgil, 9 kişi de biz. Tabi evlenen, gurbete giden, okula giden derken bu sayı sabit kalmazdı. Yemek zamanı, örtmeye bir sofra konulur, kim ne pişirdiyse getirilir, kim gelirse otururdu.
Şimdi bahsedeceğim isimlerin hepsi bizim... Hangisi bizim kardeşlerden, hangisi emmimin çocuklarından, merak etmeyin. Zaten fark etmiyor da... Her şey ortada yaşanıyordu. Hacı abim ödevlerimizi yapmış, çok mu? Ya da İbrahim abim bize gurbetten gelirken bayramlık almış... Alacak tabii, herkes o evde yaşamıyor mu? Herkes abi, herkes abla... Sıkıntı yoktu yani. Muhittin abim koyuna gidecek, saat 3-4 gibi yemek yiyor, hepimiz başındayız sofranın... Birisi mantı, dutmaç yapmış, fark etmez, kaşık bul gel... Herkes sığıyor sofraya. Sabahın soğuğunda tereyağı yapılıyor yayıkta... Eline ekmeğini al, bekle; koyacaktır onu yapan senin ekmeğine de... Hele ki küçük olduğum için bana mutlaka.
Emmim rahmetlik sert adam; çekiniyoruz hepimiz. Görünce “dilimiz boğazımıza kaçıyor”, kıkırdaşmalar içimize gömülü. Özellikle kışın örtmede oynayacağız ya... Yaş grubu yakın olan beş altımız odadan örtmeye -güya emmime çaktırmadan- çıkıyoruz; tek tek ama bir iki dakika ara ile. Sanki orada oynarken sesimizi duymuyor muydu ya da ne için çıktığımızı anlamıyor muydu? Bal gibi anlıyordu. Ağam onu frenliyordu: "Elleme çocukları!" Ve o da o yaşta abisine karşı gelmiyor, sesi çıkmıyordu. Çok zıt iki kardeştiler; yalnız biri birine o yaşta bile bağlı ve abinin sözü üzerine söz söylenmiyor.
Örtmede karanlıkta oynuyoruz, elektrik yok çünkü. Oyun tamamen şiddet içerikli... Kim kimi karanlıkta yakalarsa dövüyor, vuruyor sırtına sırtına, gülüşmeler gırla... En çok dayak atan Muhittin abim ve Nafiz abim; en çok dayak yiyen küçükler olarak Ben ve Suna. Aslan abim ve Allının durumu vasat. O kadar eğlenirdik ki oyun sonunda kimsenin yerinden kalkacak hali kalmazdı.
Sonra bir gece karanlıkta oynarken Aslan abim tandıra düşmüş, böylece o oyunu oynamayı bırakmıştık.
Hatın (Hatun) ablam halı dokur, bazen de acıkınca beni çağırır "haydi Gelin Bacımın" (Avşar ağzında yenge demek) “havlasından” (helva) bana bir dürüm yap, getir." derdi. Anam o zaman yıllarca mide ağrısı çekmiş ve 5 kilogramlık Oruçoğlu marka helva tenekesi hiç eksik olmamıştı. Tabi biz bu helvaların nasıl bittiğini, anamın derdinin mide olmayıp safra kesesindeki taşlar olduğunu öğrendiğimizde, yıllar sonra ona anlatmıştık. Ama artık yapacak bir şey yoktu. Helva kıymetli, öyle herkeste yok, anam midesi ağrıdıkça yiyecek; o yüzden helva tenekesi ortalarda durmaz, duramazdı. Yani bildiğin ilaç...
Bizim evden helva dürümü yaparak kaçırıp Hatın ablama getirme görevini öyle başarıyla tamamlardım ki... Anam dışarı çıkınca yufka ekmeğe dürümü yapar, camın (pencerenin) önüne koyardım. Evden çıkarken elimde bir şey gören olmazdı, evden boş çıkardım. Açık camın önünden dürümü aldığım gibi fırlardım. Görev başarıyla tamamlanır, Hatın ablamın gözündeki yerim iyice pekişirdi... Eee, o da benim sevdiğim şeyleri bana saklardı. Al gülüm, ver gülüm...
Bugün ıssız kalmış bu evin o zamanki tek eğlencesi olan tandırda arada bir yufka ekmek pişiriliyor... Tandır başında yine bugün "ekmek eden" ve kendisi için defalarca helva "yürüttüğüm" Hatın ablama soruyorum: "Havla dürümü ister misin?" "Yok," diyor "istemiyorum..."
Helva artık hiç tatlı değil, hiç kimse de öyle mutlu değil...